26 Kasım 2015 Perşembe

M.Akif'i Saygıyla Anıyoruz. Mekanın Cennet Olsun


Faruk CEYLAN
farukceylan39@gmail.com
Türkiye; yokluk içindeyken, sırtında paltosu yokken kazandığı İstiklal Marşı para  ödülünü  almayan MEHMET AKİF ERSOY'u 27 Aralık  1936 yılında  kaybettik
Kurtuluş savaşındaki yaptığı konuşmalarıyla halkı sürekli bilinçlendiren, motive eden  İstiklal marşımızın yazarı, büyük dava adamı Mehmet Akif Ersoy’un  aramızdan ayrılışının 79. yıl dönümündeyiz.   Yıldönümü münasebetiyle onu bir kez daha hatırlayalım ve  hatırlatalım  istedim.
İstiklal marşımızın yazarı, Milli dava adamı Akif ne öldüğünde, nede öldükten sonra layık olduğu değeri maalesef bulamamıştır. Ona hak ettiği değer verilmese de ben bir Fatiha okuyup, yaad etmeyi kendime vazife adlettim  ALLAH (C.C) mekanını Cennet eylesin  İnşallah. Umuyorum ki sizlerde bu büyük dava adamı için bir Fatiha okursunuz. 
Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tahir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhari Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefatı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebine gitti ve mektebi birincilikle bitirdi. Tahsil hayatı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.
Ziraat nezaretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedavisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla yakın temasta bulundu.
Akif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 tarihine kadar devam eder. 
Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Darulfünun'da edebiyat dersleri verdi.
1893 senesinde Tophane-i Amire veznedarı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi.
 
Akif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarıda kendi kendini yetiştirerek, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sahasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun yayım hayatına girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin  ilanıyla başlar. Bu tarihten itibaren şiirleri Sırât-ı Müstakîm'de yayınlanır.
 
Büyük dava adamı  Akif 1920 tarihinde Burdur Milletvekili olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
 
1926 yılından itibaren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükçe Kuran-ı kerim tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza yakalandı. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Mısır'a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. Yurda döndüğünde, Mustafa Kemâl Atatürk için şu sözleri söyledi:
 "Mısır'da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım.  İnsanlık da Türkiye'de, Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemâl'e versin!"
Siroz onu harab etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. Gördüğü tedavi ile  hastalığın önüne geçilemedi.  27 Aralık 1936 tarihinde vefat etti. 
Kabri Edirnekapı mezarlığında bulunan  Mehmet Akif milletini ve dinini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sahip, şair tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şairidir. İstiklâl Marşı şairi olması bakımından da "Millî Şair" ismini almıştır. 
 Mehmet Akif Ersoy, Birinci Meclis’te Burdur  Mebusu (milletvekiliydi.) Gazi meclisinin şerefli üyesidir...  İstiklal Marşı için Vatan aşkıyla yanıp tutuşarak  Millet’ini, Bayrağını kendi hayatının önünde tuttu. 27 Aralık 1936 gününde vefat ettiğinde, tarihe düşülen kayıtlara göre, dönemin  Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, İstanbul valiliğine gönderdiği mesajda cenazeye sahip çıkılmamasını ve tüm resmi zevatın cenazeden uzak durmasını istemişti.
 İstiklal marşının yazarı, Vatan sevgisiyle dolu bu imanlı insanın cenazesi neden ortada bırakılmak istenmişti? Dr. Macit Bumin’in, Mehmet Akif’in Cenazesinin defni ile ilgili anısı bu soruya  cevap olacak nitelikte bence.
Kayıtlara göre Dr. Macit Bumin,  Mehmet Akif’in canazesinin defni ile ilgili ibretlik vakayı şöyle naklediyor; ”Arkadaşım Mithat Müdüroğlu ile birlikte Beyazıt Kütüphanesi'ne gidiyorduk. Vakit erkendi. Kütüphanenin açılma saatini, tam karşısında bulunan ve "Küllük" denilen kahvede oturarak bekliyorduk. Sulu kar yağıyordu. Tam bu sırada caddeden tek atlı bir araba geçiyordu. Arabacının yanında fesli bir genç oturuyordu. Yükü, örtüsüz bir tabut olan araba, cami kapısına yöneldi. Tam bu sırada ikimiz birden kalkıp önlerine koştuk. Fesli gence sorduk;
-Bu tabut kime ait? Delikanlı bize şöyle bir baktı ve;
-Bu tabut Mehmet Akif Bey'e aittir. Ben de katib-i hususiyim. dedi.
 Hemen tabutu arabadan aldık ve hürmetle musalla taşının üzerine usul-ü vechile yerleştirdik.

Arkadaşımla görebildiğimiz birtakım eksiklikleri tamamlamak vazifesini üstlendik. Katipten merhumun kartvizit büyüklüğünde iki fotoğrafını aldık. Birini tabutun başına dayadık, birini de yanımıza alarak heyecan ve telaşla katibin adını bile sormadan, fatihamızı okuyup Kapalıçarşı'ya daldık. Bir büyük bayrak ve raptiye alarak döndük. Bayrağı büyük naaşın üzerine örttük. Oradan doğruca talebe yurtlarına koştuk.Kısa bir zaman  içerisinde TIP talebe yurdunu dolaştık. Rastladığımız herkese büyük şairimizin cenazesinin Beyazıt Camii'nde olduğunu, öğlen namazından sonra kaldırılacağını haber veriyorduk. Bu arada Kadırga Yurdu'na da indik.
Yollarda rastladığımız kimselere sadece haberi vermekle kalmıyor, yakalarına merhumun   çoğalttığımız fotoğrafını da iliştiriyor, naaşın Edirnekapı'da toprağa verileceğini söylüyorduk. Öğle namazına yakındı, Beyazıt Camiine geldik. Cenazenin yanında, resmi kıyafetleri ile Darüşşafaka ilkokul birinci sınıf talebelerini öğretmenleriyle  birlikte gördük. Daha sonra cemaat çoğaldı. Namazdan sonra tabut  eller üzerinden kayarak Beyazıt meydanına çıkıldı.
Cenaze alayı ilerledikçe kalabalık artıyordu. Edebiyat Fakültesi önünde 5 dakika duruldu, saygı duruşunda bulunuldu. Cenaze alayı çığ gibi büyüyordu. Tabut gençlerin ve halkımızın elleri üzerinde, bayrağımıza sarılı vaziyette ilerliyordu. Edirnekapı'ya kadar böylece gelindi. Mehmet Akif’in naaşı  mezara indirildikten sonra görmek isteyenler için merhumun yüzü son bir kere açıldı. Mezar usul-ü veçhile kapandı.
 Kur'an-ı Kerim okundu, dualar edildi ve büyük kaybın verdiği iç burukluğuyla cemaat oradan ayrıldı.
Şunu söylemek isterim ki, büyük şairimiz Mehmet Akif'i milletimiz ebediyete kadar unutmayacaktır. Merhuma, naçiz hizmetimiz olmuş olabilir. Fakat bizim gördüğümüzü, o günkü gençlerden kim görseydi, mutlaka bizim yaptığımızı yapacaktı. Bu naçiz hizmet bize nasip oldu.”
27 Aralık 1936 gününde vefat ettiğinde, dönemin  Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, İstanbul valiliğine gönderdiği mesajda cenazeye sahip çıkılmamasını ve tüm resmi zevatın cenazeden uzak durmasını istemişti. Neden böyle bir şey yapmıştı?  Bu kararı tek başına alması mümkün olamayacağına göre  talimatı kimden almıştı?  Cenazesine sahip çıkılmayıp uzak durulacak, yanına kimse yaklaştırılmayacak ve cenazesi ortada bırakılacak…   
Cenazesi ortada bırakılmak istenen adam Atatürk’ün ilk meclisinde Mebus (Milletvekili ), İstiklal marşının yazarı, Vatan sevgisiyle dolu  imanlı bir dava adamıydı ki bu eylem  inançlarımıza göre sıradan bir meftaya bile reva görülecek bir eylem değildi…  Demek ki Akif’in ölüsünden  bile birilerinin ödü kopmuştu…   Bu yüzden cenazesi ortada bırakılıp, itibarsızlaştırılmaya çalışılmış ama  Cenab-ı Allah buna izin vermemişti. Birilerini vesile ederek hak ettiği biçimde defnini nasip etmişti.
Deler ya; “Herkesin var bir hesabı, Allah’ında var hesabı.”  Bu vakada da tutan kulun değil,  mutlak Allah’ın hesabı olmuş. Zaten başka türlüsünün olması da düşünülemezdi ama Allah’tan habersiz  kullar düşünme gafletinde bulunmuş  ve tarihe lanetlenen olarak geçmişlerdir…
Ölümünün 78. Yılında ruhun şad, mekanın cennet olsun inşallah

Hiç yorum yok: