|
Faruk CEYLAN farukceylan39@gmail.com |
Türkiye; yokluk
içindeyken, sırtında paltosu yokken kazandığı İstiklal Marşı para ödülünü almayan MEHMET AKİF ERSOY'u 27 Aralık 1936 yılında kaybettik
Kurtuluş savaşındaki yaptığı konuşmalarıyla halkı sürekli bilinçlendiren, motive eden İstiklal marşımızın yazarı, büyük dava adamı Mehmet Akif Ersoy’un aramızdan
ayrılışının 79. yıl dönümündeyiz. Yıldönümü münasebetiyle onu
bir kez daha hatırlayalım ve hatırlatalım istedim.
İstiklal marşımızın yazarı, Milli dava adamı Akif ne öldüğünde,
nede öldükten sonra layık olduğu değeri maalesef bulamamıştır. Ona hak ettiği
değer verilmese de ben bir Fatiha okuyup, yaad etmeyi kendime vazife
adlettim ALLAH (C.C) mekanını Cennet eylesin İnşallah. Umuyorum ki
sizlerde bu büyük dava adamı için bir Fatiha okursunuz.
Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da
doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tahir Efendidir. İlk tahsiline
Emir Buhari Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine
devam etti. Babasının vefatı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp
Baytar Mektebine gitti ve mektebi birincilikle bitirdi. Tahsil hayatı boyunca
yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından
Arapça dersleri aldı.
Ziraat nezaretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve
Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedavisi için bir hayli dolaştı. Bu
müddet zarfında halkla yakın temasta bulundu.
Akif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 tarihine
kadar devam eder.
Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Darulfünun'da edebiyat dersleri
verdi.
1893 senesinde Tophane-i Amire veznedarı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla
evlendi.
Akif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarıda kendi kendini yetiştirerek,
bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra
öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sahasındaki çalışmalarına devam
etti. Fakat onun yayım hayatına girişi daha fazla 1908'de İkinci
Meşrutiyetin ilanıyla başlar. Bu tarihten itibaren şiirleri Sırât-ı
Müstakîm'de yayınlanır.
Büyük dava adamı Akif 1920 tarihinde Burdur Milletvekili olarak Birinci
Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı.
Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
1926 yılından itibaren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden
döndükçe Kuran-ı kerim tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza
yakalandı. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle
geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Mısır'a hasta olarak döndü. 17 Haziran
1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. Yurda döndüğünde, Mustafa Kemâl Atatürk
için şu sözleri söyledi: "Mısır'da 11 yıl kaldım.
Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. İnsanlık da Türkiye'de, Müslümanlık da
Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de.
Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemâl'e versin!"
Siroz onu harab etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. Gördüğü
tedavi ile hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 tarihinde
vefat etti.
Kabri Edirnekapı mezarlığında bulunan Mehmet Akif milletini
ve dinini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sahip, şair tabiatının
heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir
Türk şairidir. İstiklâl Marşı şairi olması bakımından da "Millî Şair"
ismini almıştır.
Mehmet Akif Ersoy, Birinci Meclis’te Burdur Mebusu
(milletvekiliydi.) Gazi meclisinin şerefli üyesidir... İstiklal Marşı
için Vatan aşkıyla yanıp tutuşarak Millet’ini, Bayrağını kendi hayatının önünde
tuttu. 27 Aralık 1936 gününde vefat ettiğinde, tarihe düşülen kayıtlara göre,
dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, İstanbul valiliğine gönderdiği
mesajda cenazeye sahip çıkılmamasını ve tüm resmi zevatın cenazeden uzak
durmasını istemişti.
İstiklal marşının yazarı,
Vatan sevgisiyle dolu bu imanlı insanın cenazesi neden ortada bırakılmak
istenmişti? Dr. Macit Bumin’in, Mehmet Akif’in Cenazesinin defni ile ilgili
anısı bu soruya cevap olacak nitelikte bence.
Kayıtlara göre Dr. Macit Bumin, Mehmet Akif’in canazesinin
defni ile ilgili ibretlik vakayı şöyle naklediyor; ”Arkadaşım Mithat Müdüroğlu
ile birlikte Beyazıt Kütüphanesi'ne gidiyorduk. Vakit erkendi. Kütüphanenin
açılma saatini, tam karşısında bulunan ve "Küllük" denilen kahvede
oturarak bekliyorduk. Sulu kar yağıyordu. Tam bu sırada caddeden tek atlı bir
araba geçiyordu. Arabacının yanında fesli bir genç oturuyordu. Yükü, örtüsüz
bir tabut olan araba, cami kapısına yöneldi. Tam bu sırada ikimiz birden kalkıp
önlerine koştuk. Fesli gence sorduk;
-Bu tabut kime ait? Delikanlı bize şöyle bir baktı ve;
-Bu tabut Mehmet Akif Bey'e aittir. Ben de katib-i hususiyim. dedi.
Hemen tabutu arabadan aldık ve hürmetle musalla taşının
üzerine usul-ü vechile yerleştirdik.
Arkadaşımla görebildiğimiz birtakım eksiklikleri tamamlamak vazifesini
üstlendik. Katipten merhumun kartvizit büyüklüğünde iki fotoğrafını aldık.
Birini tabutun başına dayadık, birini de yanımıza alarak heyecan ve telaşla
katibin adını bile sormadan, fatihamızı okuyup Kapalıçarşı'ya daldık. Bir büyük
bayrak ve raptiye alarak döndük. Bayrağı büyük naaşın üzerine örttük. Oradan
doğruca talebe yurtlarına koştuk.Kısa bir zaman içerisinde TIP talebe yurdunu dolaştık.
Rastladığımız herkese büyük şairimizin cenazesinin Beyazıt Camii'nde olduğunu,
öğlen namazından sonra kaldırılacağını haber veriyorduk. Bu arada Kadırga
Yurdu'na da indik.
Yollarda rastladığımız kimselere sadece haberi vermekle kalmıyor, yakalarına
merhumun çoğalttığımız fotoğrafını da iliştiriyor, naaşın
Edirnekapı'da toprağa verileceğini söylüyorduk. Öğle namazına yakındı, Beyazıt
Camiine geldik. Cenazenin yanında, resmi kıyafetleri ile Darüşşafaka ilkokul
birinci sınıf talebelerini öğretmenleriyle birlikte gördük. Daha sonra
cemaat çoğaldı. Namazdan sonra tabut eller üzerinden kayarak Beyazıt
meydanına çıkıldı.
Cenaze alayı ilerledikçe kalabalık artıyordu. Edebiyat Fakültesi önünde 5
dakika duruldu, saygı duruşunda bulunuldu. Cenaze alayı çığ gibi büyüyordu.
Tabut gençlerin ve halkımızın elleri üzerinde, bayrağımıza sarılı vaziyette
ilerliyordu. Edirnekapı'ya kadar böylece gelindi. Mehmet Akif’in naaşı
mezara indirildikten sonra görmek isteyenler için merhumun yüzü son bir kere
açıldı. Mezar usul-ü veçhile kapandı.
Kur'an-ı Kerim okundu, dualar edildi ve büyük kaybın verdiği iç burukluğuyla
cemaat oradan ayrıldı.
Şunu söylemek isterim ki, büyük şairimiz Mehmet Akif'i milletimiz ebediyete
kadar unutmayacaktır. Merhuma, naçiz hizmetimiz olmuş olabilir. Fakat bizim
gördüğümüzü, o günkü gençlerden kim görseydi, mutlaka bizim yaptığımızı
yapacaktı. Bu naçiz hizmet bize nasip oldu.”
27 Aralık 1936 gününde vefat ettiğinde, dönemin Dahiliye
Vekili Şükrü Kaya, İstanbul valiliğine gönderdiği mesajda cenazeye sahip
çıkılmamasını ve tüm resmi zevatın cenazeden uzak durmasını istemişti. Neden böyle
bir şey yapmıştı? Bu kararı tek başına
alması mümkün olamayacağına göre
talimatı kimden almıştı? Cenazesine
sahip çıkılmayıp uzak durulacak, yanına kimse yaklaştırılmayacak ve cenazesi
ortada bırakılacak…
Cenazesi ortada bırakılmak istenen adam Atatürk’ün ilk meclisinde
Mebus (Milletvekili ), İstiklal marşının yazarı, Vatan sevgisiyle dolu
imanlı bir dava adamıydı ki bu eylem inançlarımıza göre sıradan bir
meftaya bile reva görülecek bir eylem değildi… Demek ki Akif’in ölüsünden bile birilerinin ödü kopmuştu… Bu
yüzden cenazesi ortada bırakılıp, itibarsızlaştırılmaya çalışılmış ama
Cenab-ı Allah buna izin vermemişti. Birilerini vesile ederek hak ettiği biçimde
defnini nasip etmişti.
Deler ya; “Herkesin var bir hesabı, Allah’ında var hesabı.” Bu vakada da tutan kulun değil, mutlak Allah’ın hesabı olmuş. Zaten başka
türlüsünün olması da düşünülemezdi ama Allah’tan habersiz kullar düşünme gafletinde bulunmuş ve tarihe lanetlenen olarak geçmişlerdir…
Ölümünün 78. Yılında ruhun şad, mekanın cennet
olsun inşallah